Dünya’da yaşamın kökeni üzerine uzun süredir kabul gören teoriler, yeni bilimsel bulgularla derin bir değişim sürecine giriyor. Kanada’da yapılan araştırmalar, yaşamın başlangıcına dair bildiklerimizi sorgulatacak nitelikte.

Nuvvuagittuq Supracrustal Kuşağı'nda keşfedilen mikroskobik izler, yaşamın düşündüğümüzden çok daha erken, 4 milyar yıl öncesinde başlamış olabileceğini gösteriyor. Bu keşif, sıvı suyun gezegende henüz yaygın olmadığı bir dönemde bile yaşamın izlerinin var olabileceğini ortaya koyuyor.

Bilim insanları, bu bölgedeki hematit filamentlerinin 3,75 ila 4,28 milyar yıl öncesine ait olabileceğini tespit etti. Bu izlerin, biyolojik kökenli olabileceği üzerinde durulurken, bulguların yaşamın tesadüf değil, doğal koşullarda gelişen bir süreç olduğunu gösterdiği belirtiliyor.

Yeni verilerle birlikte yaşamın kökeni hakkında önemli teorilerden biri olan “RNA Dünyası” yeniden gündemde. Hem bilgiyi depolayabilen hem de kimyasal reaksiyonları katalize edebilen RNA moleküllerinin, ilk yaşam formlarının temelini oluşturduğu düşünülüyor. Bu moleküller, ribozomlarda proteinden bağımsız çalışabilmeleriyle dikkat çekiyor.

Daha önce kabul gören Miller deneyi ve hidrotermal baca modelleri, bu yeni bulgular ışığında yeniden ele alınıyor. Elde edilen kanıtlar, yaşamın yalnızca belirli kimyasal ortamlarda değil, farklı ve çok daha erken koşullarda da ortaya çıkabileceğini gösteriyor.

Araştırmalar ayrıca, yaşamın kaynağına dair tekil bir organizmadan mı yoksa bir hücre topluluğundan mı evrildiği konusundaki tartışmaları da alevlendirdi. LUCA (Son Evrensel Ortak Ata) olarak adlandırılan bu yapının, yaşamın ne kadar karmaşık ve çok yönlü başladığını anlamak açısından önemli ipuçları sunduğu düşünülüyor.

Bilim dünyası, bu yeni keşiflerin yalnızca Dünya’daki yaşamı değil, evrende başka yaşam formlarının var olabileceği fikrini de yeniden gündeme taşıdığı görüşünde. Yaşamın kökeni, artık yalnızca jeolojik değil; kimyasal, moleküler ve evrensel ölçekte ele alınıyor.